Server-i Kâinat zaman zaman şanlı eshabını toplar, tadına doyulmaz sohbetler yapardı.
Medine’nin nurlu gençlerinden Nevfel (Radıyallahu anh) bunları hiç kaçırmaz, âdeta kaydeder, kelimesi kelimesine aktarmaya bakardı.
Bir gün yüzü suyu hürmetine âlemlerin yaratıldığı server şehadetten söz açtı: “Kıyâmet gününde şehidler, Mahşer yerine gelirken; Peygamberler ayağa kalkar. Onlar; çocuklarından, akraba ve dostlarından 70.000 kişiye şefaat eder (Cehennemden kurtarırlar)”
Gel de heyecanlanma. Müjdenin güzelliğine bak.
Nevfel soluk soluğa eve koştu. İki oğlunu ve hanımını alıp geldi, Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı. “Yâ Resûlullah! Bir duâ etsem amin der misiniz?”
Gül yüzlü Nebi, adı güzel Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem) tebessüm buyurdular.
Nevfel büyük bir aşkla ellerini açtı ve “Yâ Rabbi” dedi, “Nevfel kulunu şehid, yavrularını yetim, hanımını dul bırak!”
Bu içli niyaza hanımı ve çocukları da katıldılar...
Nitekim Nevfel çıkdığı ilk gazada (Uhud’da) şehid oldu. Kâfirler mübarek naaşını paraladı, tanınmaz hale soktular.
Hazret-i Ali Anlatır:
“Gazâdan sonra Medine’ye dönüyorduk, şehre yaklaşınca kadınlar ve çocuklar bizi istikbale (karşılamaya) çıktılar. ALLAHü Teâlâ'nın takdirine razıydılar ama yine de bir ümit, bir merak...
Eşleri, oğulları, babaları dönecek mi bilmiyorlar.
Nitekim Nevfel’in hanımı, çocukları ve ihtiyar anası da önümüze durdular. Büyük bir muhabbetle “Gazânız mübârek olsun Yâ Resûlullah!” dediler, sonra Nevfel’i sordular.
Efendimizin güzel gözleri nemlendi, “o şehit oldu” diyemedi. Elleriyle arka tarafı işaret edip yürüdüler. Efendimizin ardından Ammar’la birlikte geliyoruz.
Nevfel’in hanımı ve çocukları bu kez bize yöneldiler.
Resulullah Efendimizin vermediği haberi biz nasıl verebiliriz? Aynen onun yaptığı gibi yaptık, elimizle arkayı işaret ettik.
Hattaboğlu Ömer de, aynı şekilde hareket etmek zorunda kaldı, Osman bin Affan ona keza...
Kafilenin sonunda Ebû Bekir Sıddîk geliyordu, yanında Muaz bin Cebel, üç beş adım gerisinde de Zübeyr bin Avvam.
Gerçekten çok zor durumdaydı, onun “arkada işareti” yapmak gibi bir şansı kalmamıştı. Ebû Bekir’in ıstırabını anlayabiliyorduk, hem doğru konuşmak isterdi, hem de Resulullah gibi davranmayı arzulardı. Efendimize uymamaktan hepimiz korkardık ama o daha çok korkardı.
Peki yalan? Hayır hayır böyle bir şeyi hiç yapmadı ve yapmazdı.
Nevfel’in anası, hanımı ve çocukları Sıddîk’i çevirip halkaladı, her biri ayrı tondan “Nevfel’e ne oldu” diye sormaya başladılar.
Ne söylenebilir ki? Sıkıntıya bak!
Hazret-i Ebû Bekir gözlerini yumdu ve inlercesine haykırdı:
-Yâ ALLAH!..
-Yâ Nevfel!...
Donduk kaldık, nasıl bir sessizlik oldu anlatamam. Birden ovayı bir nal sesi doldurdu ve uzaklardan bir toz bulutu kalktı. Yayından boşanırcasına koşan bir at yıldırım hızıyla yaklaştı. Süvari dizginleri çekip sordu “buyur ya Sıddîk! Beni mi çağırdın?”
Yüzünden keyfiyesini çıkarıp attı.
Aaaa Nevfel!..
Daha genç, daha taze, daha nurlu, hem kanlı, canlı...
Biraz evvel onu libaslarıyla gömmedik mi, üstüne toprak atmadık mı?
Müminler henüz hadisenin şaşkınlığını yaşarken, Cebrail Aleyhisselâm göründü. Efendimize “Yâ Resûlallah” diye haber getirdi, “Hak teâlânın selâmı var. Buyurdular ki:
"Eğer mağara arkadaşın bir kere daha ALLAH deseydi yüceliğim hakkı için, bütün şehidleri diriltirdim. Çünkü Ebû Bekir kulum; cahiliye devrinde bile, yalan söylemedi”.
Nevfel bundan sonrayıllarca yaşar. Nihayet duası kabul olur ve Yemame cenginde umduğuna kavuşur, şehadet şerbetini yudumlar...