Kalbine iyi bak sevgili sûfî…
Kalp ki maddeden öte mânâ, dikenden öte gül-i rânâ…
Sula sevgili sûfî, sula.
Kan nehirleri arasında kalan kalp vadisini istek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve yoklukla sula.
Sonrası bekâ… Sonrası sıla…
Kalbin ki, bütün yolların kaynağı ve bütün yolların son durağı.
Cânânı aramak için kalbinden çıktığın bu yolda varacağın yer yine kalbin aynası…
Çünkü ey sevgili sûfî…
Seven ve sevilen birbirinin aynısı.
Mevlânâ boşuna söylemedi ya:
Gönül, kemâlinden bir iz bulunca; can, canı içinde seni buldu.
Mevlânâ mıydı bulan, yoksa Şems-i Tebrizî miydi arayan?
Aranmakla bulunmuyorsa, ancak bulanlar arayanlarsa neydi bu ikiz ruhları karşılaştıran?
İki bedeni tek ruha, iki kalbi tek aşka bağlayan zincirin adı neydi?
Dil, muhabbet dese de bütün dillerden yüce, bütün dillerden öte bir şeydi.
Lisân-ı hâl bile bu muhabbetin sırrını çözmeye yeterli değildi.
Aynı anda fikretmek, aynı anda hissetmek ve aynı anda zikretmek…
Kalpten kalbe giden yolu sözden öze dökülen bir sohbetle, gözden gönüle akan bir ateşle beslemek…
Doyumsuz bir ateşle beslenmek… Ve Aşkî’nin kaleminden:
İftirâk-ı sohbet-i cânâna doymaz gönlümüz
İhtirâk-ı âteş-i hicrâna doymaz gönlümüz