Ramazan'da Duâ
Yıldız:
?Evet, çok güzel! Ben bir başka noktaya daha gelmek istiyorum; ?sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin? âyetiyle ilgili olarak: Burada bizim pratiğimizle ilgili çok önemli bir şey var: Allah'tan yardım dilemek için de bir şeyler yapmanız lâzım, yüzünüzün olması lâzım. Bir ke¬re ?duanız olmasa ne işe yararsınız?? buyuruyor Cenabı Hak. Eğer biz, huşu ve hudû içinde na¬maz kılarsak, sabrın en güzelini gösterir ve orucu bir sabır eylemi olarak algılayıp tutarsak, na¬mazı bir tevhîd eylemi olarak ikâme etmek ve teravihleri de ona ilave etmek suretiyle kılarsak istemeye yüzümüz olur. Bu süreci böyle tamamlar ve Kuran ayı olan Ramazan'da -itikaf yapa¬rak ya da başka türlü- Kur'ân'la kendimizi arındırarak yenilersek, o zaman elimizi Allah'a açıp yalvarır, yakarır, dua eder, tazarruda bulunursak, işte o zaman Allahu Teâlâ duamıza icabet eder. Yoksa dilinizin ucuyla söylediğiniz şey duâ değildir. Yürekten, o arınmış kalbinizle, temiz¬lenmiş gönlünüzle yaptığınız bir duayı Allah dikkate alır.?
Engin Noyan:
?Bütün peygamberlerin böyle örnek duaları var. Medyen halkına gönderilen Şuayb aleyhisselâm, işin içinden çıkamaz hale geldiği zaman ne diyor: ?Rabbim hükmü sen ver. Ben bunlara anlatamıyorum; en hayırlı hükmü veren sensin, ne yapacaksan yap.? İşte ondan kork; müminin duasından kork. Mümin canı yanıp da bütün kalbiyle dua ettiği zaman Cenabı Allah o duaya bir icabet ediyor. ?Rabbim, çaresizim, yok, yapamam artık? dedi ve pat, Medyen silindi ortadan.?
Abdullah Yıldız:
?Nûh peygamber niye beddua etti? Okuduğum zaman o ayeti, şaşırdım; çünkü bak¬tım, hiçbir peygamber beddua etmemiş. Bir tek o ?Ya Rabbi, kahret bunları!? diyor. Ama niye?! Tam dokuzyüz yıl uğraşıyor, didiniyor, çabalıyor, anlatıyor; sadece bir avuç insan îman ediyor. Kavmi inatla küfürde, isyanda, zulümde ısrar ediyor. Nûh sûresinde, Nûh Peygamber ellerini açıp yakarıyor:
?Ya Rabbi, açık anlattım, gizli anlattım, topluca anlattım, tek tek anlattım, yok inan¬madılar; kimi örtülerini başlarına çekti, kimi kulaklarını tıkadı; tepki gösterdiler, reddettiler.? So¬nunda diyor ki ?Onlardan geriye hiçbir şey bırakma!.? Onun için ?Filistin'de Nuh'un Bedduasını Haykırmak? diye yazdım önceki sayıda. Ne yapsın Filistinliler; son çâre Nuh'un bedduasını haykıracaklar.
Böyle canlı ve dinamik dualara, beddualara ihtiyacımız var bizim. Duâ ve beddualarımıza icabet buyurulması için de çok ciddi çabalar ortaya koymalıyız. İnşallah Ramazan bunun vesi¬lesi olur.?
Noyan:
Herkes bir taş, bir kerpiç koyuyor; kendini inşâ ediyor; bu taşlar Beytullah'ı inşa edi¬yor. Böyle olacağız, böyle yapacağız inşaallah. Önce kerpici doğru yapacağız abi; suyunu doğru vereceğiz, cıvıklaştırmayacağız, samanını doğru koyacağız, çamurunu doğru koyacağız, denge¬yi sağlayacağız. Herkes kendini inşa edecek, kendi kerpicini inşa eden her bir mümin Beytullah'ın taşı oluyor işte.?
Ramazan Ve Televizyon Dili
Yusuf Kaplan:
?Engin Bey, bunlar bana; sizinle, size özgü bir başka konuyu daha konuşmak istiyordum: Sizin Türkiye'de geliştirdiğiniz bir dil var aslında; televizyon dili. Televizyon batıda icad edilmiş ama sonuçta bir şekilde imkânlarını keşfettiğiniz zaman, kullanabiliyorsunuz. İşte Afrika'da adamlar sözlü kültürden geliyorlar ama olağanüstü bir sinema icad ettiler; Iran da öyle, Çin de Öyle; çok farklı kültürlere sahip olmalarına rağmen. Londra'da bir kitap almıştım; bir ara Afrika müziğine ilgi duyuyordum. Afrika müziğinin dili enteresan! Kitapta bir bölüm vardı; şaşırdım, ben o kadarını bilmiyordum açıkçası. Batıda kullanılan enstrümanların %85'i Müslümanlardan geçmiş. Yani her sanat formu, ifade biçimi sonuçta dönüştürülebilir, kendinize mal edilebilir, bu mümkün. Yollarını araştırdığımız zaman, formatladığımız zaman, kendimize özgü şekillerde, kendi gerçeklik kavrayışımıza, insan kavrayışımıza, kendi dünya tasavvurumuza uygun hale getirdiğimiz zaman kullanabiliriz, şimdi buradan yola çıkarak sizin televizyonda özellikle Ramazan'larda geliştirdiğiniz dile gelebiliriz. Ve insan inşasında bu imkanı...? Noyan:
?Tabi, Ramazan müthiş bir dinamik, içinde yaşanılan günle irtibatlı, şimdi mesela, pa¬zar ya da pazartesi geceleri galiba, emin değilim, televizyonda aşağı yukarı her kanalda çok il¬ginç bir tefsir programı1 var. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum; futbol ?tefsiri? yapıyorlar; kocaman kocaman adamlar. Ben anlamıyorum ama onların bildiklerini varsayıyorum. Edaları en azından bana öyle geliyor. Oturuyorlar saatlerce tefsir yapıyorlar. Yani mesela bir futbolcunun yaptığı bir hareketi döndüre döndüre konuşuyorlar; biri diyor ki
?bizim mezhebe göre bu ofsayt değil?. Öbürü diyor ki, ?efendim biz şu mezhepteniz, biz bunu ofsayt kabul ederiz? diyor.?
Yıldız:
?Filan oyuncunun yaptığı ?futbol nassına? uygun mu değil mi?!?
Noyan:
?İcma-i ümmet? var mı bu konuda yok mu?! Bunları konuşuyorlar, şimdi ben bunla¬rı seyrederken hep zihnimde bunu bir ?Kur'ân programı? olarak canlandırıyorum; oraya transpoze ediyorum, şimdi, ortada muhteşem bir kitabımız var bizim. Sünneti Rasûlüllah aslanlar gibi duruyor ortada. Gözümün önüne geliyor; âlimler oturuyor, aynı futbolu müzakere eder gibi konuşuyorlar; bugünün içinde konuşuyorlar; yaşanan hayatı tahlil ediyorlar. Biz bu Kur'âni ilke¬yi, şu sünneti bugün nasıl ihya ederiz? Dün bir delikanlı sordu, kıyafet konusunda;
?siz niçin böy¬le giyiniyorsunuz?? filan.
Sonra şöyle dedi:
?Rasûlü Ekrem bugün olsaydı, benim üstümdeki eşof¬manı giymezdi:? Dedim ki,
?hayır, giyerdi; gel beraber tahlilini edelim: Senin eşofmanının üstün¬de ne yazıyor??
?Nike? yazıyor. Rasûlü Ekrem (s.) sana sorardı. Derdi ki,
?Bu ne demek?? Sen de derdin ki,
?yâ Rasûlallah, burada nıke yazıyor?.
?Ne demek nike? diye sorardı. Sen de bu işi bilen biri olarak, derdin ki
?yâ Rasülallah, bu Yunanlıların zafer tanrıçasının adıdır.' Gerçekten öyle. Yu¬nanlıların zafer tanrıçasının adı! O zaman ne derdi Rasûlü Ekrem,
?Oğlum şu nike yazısını çıkar, onu simgeleyen işareti de çıkar, eşofmanı giy? derdi. Çünkü bu güzel değil, ama eşofman güzel. Giy derdi, demezdi; biz konuşalım bunları yahu, hiç konuşmuyoruz. Bir sünneti ihya etmeyi konuşmuyoruz. Bir âyeti bugün nasıl anlayacağımızı, hayatın pratiğine nasıl aktaracağımızı konuş¬muyoruz.?
Yıldız:
?Yani Kur'ân'ı nasıl yaşarız??
Noyan:
?Evet, çünkü bu kitap yaşanmak mecburiyetinde olan bir kitap; başka çaresi yok bu¬nun. Yani bu kitap soyut bir yerde durmaz, bu hayatın pratiği ile iç içe olan bir kitap. Bizim bun¬ları konuşmamız lazım. Zamanımızı da böyle kullanmamız gerekiyor. Ama biz ne yapıyoruz, sözgelimi Ramazan programlarında, işte âdet yerini bulsun diye bir aşrı şerîf okuyoruz, yine âdet yerini bulsun diye bu aşrı şerifin minik bir Türkçe meallendirmesini yapıyoruz; ondan sonra misafirleriniz geliyor: ?Sizin çocukluğunuzdaki Ramazanlar nasıldı??yı sormaya başlıyor. Niye ?bugün nasıl yaşıyorsun?? diye sormuyor Ramazan'ı?!? Kaplan:
?Hangi psikoloji ile peki!??
Noyan:
?Nostalji psikolojisi sorduruyor insana bunu. Halbuki biz Ramazan'ı bugün yaşayaca¬ğız. Günün gerçekliği içerisinde yaşayacağımız bir fiiliyattır, bir eylemdir yani. Burada varolma şeklidir. Ama Ramazan'da televizyonlarımızdaki genel problem bu. Aslında biz Müslümanca ba¬kıp Müslümanca düşünmediğimiz için Müslümanca bir şeyler yapamıyoruz. Bir şeyleri yeşile boyuyoruz sadece. Sadece daha edepli konuşuyoruz, ama sonuç olarak aynı şey. Kıç (kitsch) çıkı¬yor ortaya; kıç tabi bizim başımızdaki en büyük sorunlardan biri; mesela bizim seccadelerimiz kıç, camilerimiz kiç. Peki nedir bu? Kitsch; bir zamanlar beiki sanatsal bir değer ifade edip ama artık asırla olan bağlantısını kaybettikten sonra gittikçe bozulmaya, yozlaşmaya başlayan bir tür süsleme, bir tür abartı. Yani mesela gelin arabasının önüne oturtulan telli, duvaklı, bilmem ne'li bebek var ya, o kiçtir işte.?
Kaplan:
?Arabesk veya.?
Noyan:
?Arabesk yani. Gidiyorsun camilere bir bakıyorsun; cami süsten boğulmuş. Müslüman oraya dolduğu zaman cami birden bire nefes almaya başlıyor. Bizimki ha bire süslüyor püslüyor orayı; onu oraya takıyor, bunu buraya; kötü de yapıyorsun be kardeşim; üstelik yeni bir şey de yapmıyorsun. Yeni bir şey yap!..?
Yıldız:
?Eğer camiye hayatiyet kazandıracaksan, ihya edeceksen mümini inşâ et; cemaati doldur, namazı ?tevhid eylemi? yap, cuma'yı ?Cuma?, camiyi ?cami? yap! Mescidi ihya etmek bu¬dur.?
Noyan:
?Camiyi müminle dolduramadığı için boyayla dolduruyor içini.?
Kaplan:
?Burada aslında çok önemli bir yere geldik. Özellikle bu işin öncülüğünü de yapmış biri olarak sizinle bunu çok uzun zamandır konuşmak istedim. Ama demek ki şimdi nasipmiş. Şimdi, bizim bildiğimiz insanlık tarihinde iki tür kültür formu var: Yazılı kültür, sözlü kültür. Yazılı kültür son derece rasyonaileştirici, monolojik; ürettiği iletişim araçlarında ve sistemlerinde de araya bir vasıta girdiriyor. Ve o vasıtayla birlikte de kendi göstergelerini, kendi bilimsel düzenini oluşturuyor. Yani oradaki iletişim sistemi aslında bir tür iletişimsizlik üreten bir sistem. Yani sonuçta Öyle bir noktaya geliyor ki, insanın hayatın merkezine yerleştiği bir dünyada, insanlar bu araçları amaç haline getiriyor, dolayısıyla aracın amaç haline geldiği bir iletişim sistemi üretiliyor.?
Noyan:
?Önemli bir şey söyledin. poğru; bizim bildiğimiz insanlık tarihinde iki tür kültür var; bir yazılı kültür, bir de sözlü kültür, İslâm buna üçüncü alternatifi getiriyor. İslâm'daki yaşanan kültür! Yani sözle yazı zaten var da, bu kültürü yaşıyor, aktif olarak yaşıyor. Bütün mesele bu¬rada; İslâm'ın tek farkı da bu!?
?Kapılar Ve Köprüler?
Kaplan;
?Çok güzel. Burada paradigma ortaya çıkıyor zaten. Ama ben asıl burada sizin televizyonda yaptığınız televizyonun dilini dönüştürme meseiesine gelecektim. Yani, sonuçta insanlar şu ya da bu şekilde de olsa televizyonu bir kontrol ve manipülasyon aracı olarak kullanıyorlar. Bunu önleyemiyorsun. O araca anlam yüklediğin zaman, enstrümantelleştirdiğin zaman, aracı amaç haline dönüştürüyorsun. Aklın araçsallaştırıiması dediğimiz şey de bu. Yani o zaman geliştirdiğiniz bütün çember zaten insanı devreden çıkarıyor. Veya o araçları kontrol eden insanlar bir şekilde diğer insanları o araçlar vasıtasıyla bir şekilde kontrol ediyorlar. Burada son derece simülatif -son derece yapay- bir güç üretimi var. İnsanları acayip bir şekilde kontrol ediyorlar. Dolayısıyla araya bir vasıta girmiş oluyor. Yani sunucu, verici kendini özne yerine koyuyor, karşısındaki muhatabı da, izleyiciyi, tüketiciyi de nesne haline koyuyor; kendisi sürekli tanımlıyor bir şeyler veriyor. Sözlü kültürde öyle değil, özne-nesne ilişkisi yok; sözlü kültürde özne özneye, yüz yüze konuşuyoruz.?
Noyan:
?Nasıl çözdük bunu televizyonda söyleyeyim mi? Benim programlan seyrettiğiniz zaman televizyonda bir şey dikkatinizi çekecek: Benim program la rımdaki kamera kadraji televizyon kadrajı değil sinema kadrajıdır. Televizyon kadrajının bir kelle boşluğu var. Ben mümkün olduğu kadar çok yakın planda çalışıyorum. Ve rica ediyorum programı çeken yönetmenlere: Ne olur? Bakm, bir insanın katiyen numara yapamayacağı bir tek uzvu var: Gözü. Her türlü uzvun¬la numara yaparsın ama gözünle yapamazsın. Ne olur, yakın plan verin ki beni, insanlar ne söy¬lediğimi görsün; hakki söylüyor muyum yoksa söylemiyor muyum? Onu görsün; kendi görsün. Bunu söyleyince, bunu uygulayınca ne oldu biliyor musun? Size çok ilginç bir şey aktarayım: Urfa'da bir gün yürüyorum, sokakta;
?selâmünaleyküm ağam benim tanıyor musun?? diye sokuldu biri. Dedim
?kusura bakma, tanımıyorum.?
?Niye tanımıyorsun beni? Ya dedi, biz senle konuştuk? dedi.
?Nerede konuştuk?? dedim. Dedi,
?Ben programa telefon açtım?!.. O kadar birebir beraberiz ki adamla, aynı mekandayız zannediyorum.?
Kaplan:
?Araç ortadan kalkıyor..?.
Noyan:
?Bana sitem ediyor.
?Ben diyor, görüyorum sizi?!., İşte bu, medyanın Müslümanca bir kullanımıdır. Biz böyle kullanırız. Yani aracı kaldıralım aradan; daha farklı bir format düşünelim. İnsanlara nasıl yaklaşırız? Yine döner planları bir kenara bırakalım. Bire bir insan ilişkisini konuşmaya başlayalım. Bizimkisi düşünülmüş bir şey değii, sadece kendiliğinden ortaya çıkmış bir iletişim formu. Tek kaygı burada samimiyetin birebir aktarılma endişesiydi. Bunu yapabilmek adına oluşan format, insanlarla bir ilişkiyi oluşturmak!
Kaplan:
?Programın adı da ona uygundu, icad etmeye çalıştığınız dile: Kapılar ve Köprüler.?
Noyan:
?İllâ da bir şey anlatmak değil, köprünün insanı olmak; yani o çok önemli bir mesele. Yanlış yapıyorsan da yanlış yap. Görüyorsun çünkü üzülüyorsan da üzül yani, kekeliyorsan da kekele, ?özür dilerim? de; ?bunu kastetmemiştim, başka bir şey kastetmek istemiştim? de, de. Biraz normalleşmemiz lazım. Ekranların karşısında, kameraların karşısında, insanlarda böyle müthiş bir kasılma, gerilme, bir acayipleşme oluyor yani. Dışarıda rastladığın zaman insanlar da¬ha rahat oluyor. Yani illâ da kimseye bir şeyi beğendirmek zorunda değiliz, yaranmak zorunda değiliz. Biz sadece orada bir şeyleri paylaşma adına varız; doğruları konuşabiime gayreti içindeyiz. Doğruları birinin vaaz etmesi değil. O doğruyu, yaşadığı doğruyu paylaşması, hayat tecrübesini paylaşması, -eksik olsun, ne olacak, yanlış olsun- o mücahede, o kendini ortaya koyuş şekli, çok önemli.?
Kaplan:
?Bir de aynı zamanda normal kullanılış biçiminden çok daha farklı bir düzey yakla¬şımı. Yani aynı anda insan bir şekilde bütünleşiyor.?
Noyan:
?Kendini görüyor.
?Ben de aynı şeyleri düşünüyordum zaten? diyor. Seni görüyor ya orada; ağlıyorsun, gülüyorsun, bir şeyler oluyor. Hakikaten ben de böyleyim diyor. Bana ?Engin amca? diye hitap ediyor çocuklar. Kimse ?Engin bey? demiyor, ?Engin abi? diyor, ?Engin amca? diyor. Yani aileden biriyim ben. Ama ben de öyle hissediyorum kendimi ve öyleyim. Yani ?miş? gibi yapmıyorum; ?miş? değilim; adamın evine giriyorum...?
Yıldız:
?Son Ramazan hariç, ondan önceki Ramazanlarda, zatı aliniz ailemizden biri idi ve if¬tarı sizinle birlikte açıyorduk. Beraber yiyorduk, içiyorduk; birlikte heyecanlanıyorduk. Kur'ân'ı beraber okuyor, düşünüyorduk. Müthiş bir şeydi bu.?
Noyan:
?Rahmet tecelli ediyor. Yani orada öyle oluyor; hakikaten öyle oluyor. Hakikaten o Kur'ân'ı okursan bir kıymeti var. Hakikaten orada orucu açıyorsan bir kıymeti var. Orucunu açı¬yormuş gibi yapıyorsan değil. Hakikaten o zaman güzel oluyor. Sıcak oluyor. Yani Cenabı Al¬lah'ın rahmeti tecelli ediyor. Hep bunu tavsiye ediyorum: Kur'ân'ı konuşun; âyet konuşun; konuştuğunuz konuların merkezinde bu olsun. O zaman müthiş bir şey olacak; etrafınızda böyle bir rahmet havuzu oluşmaya başlayacak; böyle içinde yüzüyorsun. Rahmet sanki çevrenizde hâlelenecek; arkan, sağın solun rahmet...?
Devam edecek...