Oruç, hayatın yalnız yeme-içme, egoist duygu ve şehevî arzuları tatmin etme felsefesine dayanmadığını öğreten bir ibâdettir.
Oruç, köklü bir irâde terbiyesi verir, insanı her yönüyle olgunlaştırır, kendi içinden gelen bazı olumsuz duygulara gem vurmasını öğretir. İnsanı "aşağılık duygusu"ndan kurtarır, kendine güven duygusunu arttırır.
Oruç, insanlara her türlü zorluklara tahammül etmeyi, yeme-içme ve cinsî zevk gibi insanın en doğal ihtiyaçlarında bile aşırılığı önlemeyi öğretir. Ahlâkî güzelliklerin ve başarıların kaynağı sabırdır. Oruçla sabır arasındaki bu ilgiyi Yüce Peygamberimiz şöyle dile getirir:
"Oruç sabrın yarısıdır."[1]
Oruç, sadece yeme-içmeyi ve cinsel ilişkiyi belirli bir zaman terketmek değildir. Oruçlu insan, ağzını ve cinsel organını her türlü ahlâksızlıktan, günah ve kötülükten de koruyacak, oruç sâyesinde en olgun ahlâk sahibi olmaya çalışacaktır. Kötülükleri ve günahların çoğu bu iki organ (ağız ve tenâsül organı) vâsıtasıyla yapıldığından, bu organları oruçlu kimse sıkı bir disipline tâbi tutacaktır. Çünkü oruçlunun yalan ve çirkin sözler söylemesi, iftira ve dedikodu ile uğraşması, haramlara bakması, şehvetini tahrik edici çeşitli işler yapması oruçsuz müslümana göre daha ısrarla yasaklanmış, hakiki orucun ancak böyle gerçekleşeceği belirtilmiştir.
Oruçta temel esas, insanın mide ve cinsiyet şehvetlerinden alıkonmasıdır. Kim oruçlu iken nefsini bu iki şehvetten uzak tutabilirse, diğer şehvetlerden rahatlıkla uzak durabilir. Kim de oruç ve Ramazan'dan sonra,bu şehvetleri (Ramazan'da alıştığı üzere) bir disipline ve düzene sokar, helâl sınırların dışına çıkmazsa, o kimse cennet yolundadır. Bu hususu Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifde şöyle belirtmiştir:
"Kim bana iki dudağının arasıyla, iki bacağının arasındaki et parçalarını garanti ederse (bu organları her türlü günah ve çirkinliklerden korursa), ben de ona cenneti garanti ederim."
Oruç, gösteriş ve çıkar duygusu karışmaksızın, yalnız Allah için yapılabilen bir ibâdettir. Çünkü, kişinin oruçlu olduğunu hakikaten yeme-içme gibi gizli de yapılabilecek şeylerden kaçtığını ancak Allah bilir. Bu özelliğinden dolayı oruç, ruha kemal yollarını açan, sadece Allah için, O'nun rızâsını kazanma niyetiyle yapılacak fedâkârlıkları sembolleştiren bir ibâdettir. Dolayısıyla mü'minlere Allah için iş yapma, menfaat beklemeksizin meşakkat ve mahrûmiyetlere katlanma gibi eğitim ve alıştırmaları oruç yeterince yerine getirir.
İnsanlarda nefis ve akıl, hayvanlarda ise sadece nefis vardır. İnsanlara menfaati, yeme-içme ve zevk almayı herşeyin üstünde gösteren, kişisel çıkar için her çeşit kötülük, ahlâksızlık ve haramları normal gösterip sahibine emreden duygunun adıdır nefis. İnsanın melekten ayrılan en önemli yönü, insanda nefsin bulunmasıdır. Hayvandan ayrılan en önemli yönü ise, aklını kullanarak nefsine hâkim olması, onu sınırlamasıdır. İnsanlar, nefislerinin her isteklerine uyarlarsa, yeryüzü menfaat kavgalarından geçilmeyen, sömürü, zulüm ve karagaşa içindeki bir arenaya döner. Nefsi sınırlamak, hem kişi, hem de toplum menfaati açısından zarûrîdir. Bu nefsin arzu ve isteklerini, şehvetlerini kırmak için en güzel yol, kişinin dış baskılarla değil; insanda doğuştan mevcut din duygusuyla Rabbından korkarak, O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmektir. İnsan bu mücâdelede, nefsine gâlip gelirse, egoist arzularına ve şehvetlerine sınır koyarsa, melekleşir ve hatta derece itibarıyla onlardan daha yükselir. Çünkü yiyip içmek ve cinsî zevkler meleklerin şânından değildir. Kişi, bunları sınırlayarak meleklerin Allah'a yakınlığı gibi O'na yakın olup günahsızlaşabilir.
Kişi, nefsine ambargo koyamayıp ona esir olursa, aklını, kendi benliğini nefsi yönetmeye kalkarsa, Rasûlullah (s.a.s.)'ın ifadesiyle büyük savaştan mağlûp olarak çıkar, dünya imtihanını kaybetmiş olur. Dünyada da hem kendi, hem başkaları zarar görür. Nefis ve şehvetleri, insanın yapısına gâlip olursa, insan canavarlaşır, Kur'an tâbiriyle hayvandan daha aşağı olur:
"Onlar için kalpler vardı, fakat onunla (yeterince) düşünmezler. Onların kulakları vardır, onunla (hakkı) duymazlar. Onların gözleri vardır, fakat bunlarla (hakkı) görmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağı derecededirler. İşte asıl gâfiller onlardır." (A'râf: 7/179)
Bedeni, akıl ve ruha tâbi kılmak, bedenin kuvvetini frenlemek ve ruhun gücünü arttırmak gerekir. Bu hususta hiçbir şey açlık, susuzluk ve hayvanî arzulardan vazgeçmek kadar, yani oruç kadar tesirli değildir. İnsan tabiatı, bazen ruha ve akla uyma, bazen de isyan halindedir. Bu itibarla bir kimsenin hayvanî arzularına, nefse gem vurması için, şartlarına riâyet ederek oruç gibi bir ibâdeti yerine getirmeye de ihtiyacı vardır.Yememek-içmemek, meleklerin özelliğinden olduğu için, bu rejimi (orucu) yerine getirmekle insan, gittikçe kendini meleklere benzetir. Bunu da Allah'a itaat kasdıyla yaptığından O'na yaklaşır ve O'nun rızâsını elde eder ki bu da bir müslümanın ilk ve en son ve de en önemli gâyesidir.
İşte nefse hâkimiyeti ve onu sınırlamayı insana öğreten en güzel okul Ramazan ve oruçtur. Müslüman da bu okulda her sene en az bir ay hem eğitim, hem de öğretim yapmak zorundadır. Dinimizin, olgun aklın ve müsbet ilmin yasakladıklarından korunup sakındıran bir ibâdettir oruç. Meselâ, çok yemenin, sigara veya içmenin zararlı olduğunu bildiği ve bırakmak istediği halde irâdesine sahip olamayan insan, oruç sâyesinde uzun müddet bunları yapamayacak, sonunda irâdesine ve nefsine hâkim olup, bu güzel antrenmanla (Ramazan boyunca oruçla) bunları bırakmış olacaktır.
İnsanın kötülüklere ve günahlara meyletme yönünü kırmada en önemli etken olan orucun bu yönünü Kur'an şöyle anlatmaktadır:
"...Umulur ki oruç sâyesinde fenâlıklardan korunursunuz." (Bakara: 2/183).
Kur'an'ın verdiği mâlûmattan da anlıyoruz ki, Hz. Âdem'den beri, kendilerine peygamber gönderilen her topluluğa oruç farz kılınmıştır. Hıristiyanlığı iyi bilenler de kabul ederler ki, oruç hıristiyanlığın aslında da mevcuttur.
Karşı cinse meyilli olarak yaratılan, hayvanlarla ortak yönlerinin en başında üreme şekli ve bunun için karşı cinsi arzu etme özelliği gelen insanoğlu, bu duygusunu meşrû ölçülerle sınırlamak zorundadır. Kendisini, ileride kuracağı mutlu bir yuvanın annesi olarak hazırlaması, bunun yolunun kocasını aldatmayı aklından bile geçirmemek olduğunu kabul etmesi gereken bir genç kız, nâmusunu korumak, bir hazine gibi saklamak, diğer erkeklerin de nâmusunu düşünerek, onların şehevî yönden tahrik edecek her şeyden kaçınmak zorunda olursa, neler kaybeder, neler kazanır? Yine bir erkek, kendi karısı ve kızının nâmusunu düşünür, onların kötü yola düşmelerini nasıl arzu etmezse, kendisi gibi başka bir erkeğin kadın ve kızlarının nâmusuna da aynı anlayışla saygı göstermesi gerekmez mi? İslâm Dini, kadın-erkek ilişkilerini her iki cinsin de değerini yükselterek, nâmus, ahlâk, iffet, hayâ açısından değerlendirip âile hayatına çok büyük önem vermiş, sarsılmasını istememiş ve zinâyı en büyük suçlardan saymıştır. Zinâya giden her türlü yolu yasaklamış, oruçla da insanı, kadın-erkek ilişkilerinde aşırılığı önleyecek, cinsel duygularını bastırabilecek seviyeye yükselmiştir